Yakın bir süre önce, sorumlu olduğum ekibimle birlikte, özellikle iş dünyasının aşina olduğu bir konu olan “zaman yönetimi” ile ilgili bir eğitime katıldık.
Elbette verimli, iyi bir eğitimdi; ama gerçek şu ki, her eğitim konusunda olduğu gibi, esas mesele öğrenilenleri “uygulayabilmekte”. Nihayetinde, sahip olduğunuz bilgileri yaşamınızda aktif olarak kullanmıyor, uygulamıyor ve hatta paylaşmıyorsanız, bu bilgilerin bence kendiniz başta olmak üzere kimseye herhangi bir katkısı olamaz.
Öyle ya, en büyük cömertliğin sırrı aslında ilimle, bilgiyle alakalı paylaşımda gizlidir. Düşüncenin özüne katılmak ya da katılmamak paylaşımda bulunulan kişilere kalır elbet.
Ancak unutmamak gerek, paylaşılmayıp da mezara giden hiçbir fikrin, düşüncenin ve bilginin kimseye faydası yoktur!
Temel olarak bu sebeple, daha önce “nakit akışı” ile ilgili yazdığım bir metinde özellikle vurguladığım, en değerli şey olan “zaman” ile ilgili düşüncelerimi söz verdiğim üzere sizlerle paylaşmak istiyorum.
Adam hazır eğitimini de almış, “zaman yönetimi” hakkında şimdi yazıp duracak öğrendiklerini diye düşünenlere peşinen söyleyeyim. “Zaman yönetimi matrisi” tablosu hazırlayın, günlük önceliklerinizi belirleyin, iş yaşamınızda ve özel hayatınızdaki “zaman yiyicileri” tespit edin, şöyle planlama yapın, böyle hareket edin filan diye yazacağımı sanıyorlarsa yanılıyorlar!
Zaten ilgili benzer eğitimlere katılıp ya da bireysel olarak bile internette araştırma yaparsanız bu konuyla ilgili her çeşit öneri ve dokümana ulaşabilirsiniz. 3 ayrı metinden oluşan bu yazı dizisinin ilkinde gelin önce “geriye doğru giderek”, zaman denilen şeyin ne olduğuna (ya da olmadığına), onu ölçmek için insanlık tarihindeki mitolojik düşünsel çabalara ve geliştirilen aygıtlara odaklanıp, zamanı en basit şekliyle kavrayalım.
Zaman deyince insanın aklına ister istemez “saat” geliyor. Günümüzde quartz (pille çalışan), kinetik enerjili (içindeki mekanizma sayesinde el-kol hareketleriyle kendi enerjisini sürekli üreten) ve mekanik (insan yordamıyla kurulmaya ve sürekli olarak buna ihtiyaç duyan) olmak üzere 3 çeşit saat türü var. Tahmin edileceği üzere, bu 3 çeşitten en eskisi mekanik, kurmalı olan saattir.
Dünyanın ilk mekanik saati 725 yılında, Yi Xing adlı Çinli bir Budist rahip tarafından icat edildi.
Oldukça büyük ve yer kaplayan bu saat suyla çalışıyordu! Bir değirmen mantığıyla damlayarak akan su, 24 saatte çarkı tam bir tur döndürerek zamanı gösteriyordu. Farklı bir mekanizma (su olmadan, kurmalı) mantığıyla çalışacak olan saatin Avrupa’da ilk kez bulunması için tam 6 yüzyıl geçmesi gerekecekti!
Peki, sizce Avrupa tarihinin ilk saati mekanik miydi? Hayır, 3 çeşit olarak tanımladığımız saatlerden çok daha önceleri bulunan ve kullanılan 2 farklı saat türü daha var aslında! Soğuk kış mevsimlerinde donarak işlevini yerine getiremeyen su saatleri yerine, 7. yüzyılın sonunda kiliselerde “kum saatinin” kullanıldığı biliniyor. Ama eldeki tarihsel veriler gerçek manada, kum saatlerinin ilk nerede bulunduğu ve kullanılmaya başlandığı sorusuna henüz cevap veremiyor. Fakat özellikle belirtmeden geçemeyeceğim; kum saatinin insanlık için ayrı bir önemi vardır.
Bir metafor olarak, “akıp giden zaman” deyimi birçok kültüre bu saat türü sayesinde yerleşmiştir.
Peki, insanlık tarihinde “zamanı ölçmeye yarayan ilk aygıt” olarak, kum saati mi vardı? Hayır, ilk zaman ölçme aygıtı aslında bundan 5.000 yıl önce Mezopotamya’da ve Antik Mısır’da kullanılıyordu! Mekanik saatten ve kum saatinden de önce, güneş saati vardı. Bilinen ilk güneş saatini Mısırlılar yapmıştır.
Genel olarak rastlanan yatay güneş saati tasarımlarında dikey olarak yerleştirilmiş bir çubuğun gölgesi, yatay yerleştirilmiş bir yüzeyde günün saatlerini gösteren kadrana düşer. Güneş gökyüzünde ilerledikçe çubuğun ucunun saat üzerinde bıraktığı gölge, farklı saat çizgilerine denk gelecek şekilde hareket eder. Belli ki, bürokratik işlemler, dini ritüeller ve genel olarak yapılacak işleri organize edebilmek için, gün içerisinde “zamanı sınıflandırma” ihtiyacı duyulmuş.
Ama bu saatin bir sorunu vardı; bulutlu günlerde ve her gün güneş battığında, zaman ölçülemiyordu!
Yine de ilk saatin güneş saati olması hepimize şu fikri veriyor olması açısından çok önemlidir. Akıp giden zamanı sınıflandırmak ve ölçmek için, yıl, ay, hafta kavramlarından önce “gün”ü anlayabilmek için, doğal olarak güneşin doğuşunu ve batışını, gündüz ile gece kavramlarını algılayan insanlık zamanı tanımlamak, sınıflandırmak ve hatta ölçmek için bu döngüyü temel almış.
Antik çağlarda, çevresinde kontrol edemediği, değiştiremediği, kendisinden çok daha güçlü ve üstün gördüğü tabiattaki birçok şeye anlam yüklemiş insanlık. Hatta her birini ayrı ayrı Tanrılaştırmış. Yeryüzü ve toprağı, denizleri ve okyanusları, rüzgâr ve fırtınaları, gökyüzünü ve yıldırımları, yanardağları ve yeraltından gelen ateş nehirlerini (lavları)…
Özellikle Yunan Mitolojisi’nden aşina olduğunuzu düşünüyorum. Denizlerin tanrısı Poseidon, yer altı ve ölülerin tanrısı Haides, aşk tanrısı Eros, şimşek ve yıldırımları kontrol eden, gök gürültülerine sebep olduğuna inanılan baş tanrı Zeus (Roma Mitolojisi’nde adı Jüpiter) gibi. Peki, Antik Yunanlıların, bu saydığımız Tanrıların babası olarak kimi kabul ettiklerini bilir misiniz?
Chronus veya Khronos. Günümüzde saniye gibi kısa bir zaman diliminin dahi 60’ta biri olan saliseyi tespit eden, hassas süreölçer cihaz kronometrenin kelimesinin kökü bu tanrının adına dayanır.
Yani “zamana hükmeden Tanrı”, Sokrates öncesi felsefede ve sonraki edebiyatta “zamanın kişileştirilmesi” olarak bu Tanrı karşımıza çıkar. O hâlde çağlarının en önde gelen düşünür ve filozofları dâhil olmak üzere insanlık, güçlü gördüğü ve Tanrılaştırdığı bütün tabiat güçlerinden daha üstün olarak “zamanı” kavramışlar. En güçlü Tanrıların bile, çeşitli öykülere, çeşitli kurgulanmış olaylara rağmen bir süre sonra “zamana yenik düşeceklerini” kabul etmişlerdir.
Saat çeşitlerine ve kısa mitolojik bilgilere değinmemizin elbette bir sebebi var. İnsanoğlu belli ki, ömrünün kısa olduğunun bilincine kavuştuğu tarihten bu yana, çevresini, tabiatta olup biteni, kendisini ve varoluş sebebini, hayat gayesini keşfetme yolunda önce “zamanın” ne olduğunu anlamaya çalışmış ve hâlen bu uğurda çalışmaktadır. Hepimizin bildiği üzere, tabiattaki birçok maddenin, hatta bazı canlı türleri ve bitkilerin (Sadece Türkiye’de anıt ağaç olarak tescillenen çınar, porsuk ve zeytin gibi çeşitli ağaçların yaşlarını lütfen özellikle araştırıp kendiniz görün) ömürleri biz insanlarınkinden çok daha uzun.
Sonraki yazımızda, “geçmiş”, “bugün” ve “gelecek” olarak, yeryüzünde insanların kullandığı bütün iletişim dillerinde kendine yer edinen ve akıp giden “zaman”ın gerçekten “yönetilebilir” bir şey olup olmadığını, onu kontrol edebilmenin insanın elinde olup olmadığını sorgulayacağız.
Bu konuyla ilgili “an”a vurgu yapan yazının başlığı fark edileceği üzere aslında bir mesajdır. Ama böyle bir mesajı ilk veren olmak haddimiz değil elbet; bizden çok önce bu konuyla ilgili nice mesaj verildi.
Zamanı ve yaşamı Mevlana Hazretleri şöyle izah eder.
Dünya üç gündür; dün, bugün ve yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyle ise; bugünün kıymetini bil!
Can Yücel, ömrün temelde bir gün olduğunu şöyle açıklar.
Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti, yarın ise meçhuldür… O hâlde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür!