Çok küçük yaşlarımdan beri alışverişe, mal alınıp satılmasına hem aşinayım hem de ilgi duyuyorum. Malum, ticaretle meşgul bir aile içerisinde yetiştim. Kardeşlerimle birlikte esnaflık ile ticareti babamız ve amcalarımızdan, çarşı pazardan eve bir şeyler almayı ve alırken pazarlık etmeyi de annemizden öğrendik.
Yaşım ilerledikçe alışveriş kültürünün ve pazaryerlerinin değişimine tanıklık ettim. En çok ilgimi çeken de özellikle gıda perakendeciliğindeki değişim ve farklı kategori türündeki satış noktalarının evrimi oldu. Yaşı kırk ve üzerinde olanlar iyi bilirler; “bakkal” çocukluğumuzdaki en yaygın ve önemli satış noktasıydı. Ancak sanıyorum aynı yaş grubundakiler Ferhan Şensoy’un 1991 yılında sahnelenen “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” isimli tiyatro oyununu da hatırlayacaklardır. 90’lı yıllarda çocukluğunu ve gençliğini yaşayanlar olarak, merhum sanatçımızın oyununda verdiği mesajı aslında içten içe hissediyor ve gözlemliyorduk. Batılı birçok ülkede gerçekleşmiş olan ekosistemdeki değişimin yarattığı fırtına ülkemize de geliyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
İnsanlığın sadece “avcı-toplayıcı konumunda olduğu” dönemin tarihi çok uzundur. Takas yöntemiyle avlanmış çeşitli hayvanların et ve derileri ile farklı ağaçlardan toplanmış meyve ile yemişlerin el değiştirdiğini biliyoruz. İşte bu nedenle neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir ticaretin tarihi. Bırakın paranın icadını (yaklaşık 2700 yıl öncesi), yerleşik düzene geçilmesinden, tarımın başlamasından bile çok daha eskidir. Kimseyi uzun uzadıya tarihi bilgilerle bunaltmak istemem. Ama şu kadarını belirtmeliyim ki, “perakendeciliğin tarihi” sanıldığından çok daha kısa ve heyecan vericidir!
Yerleşik düzene geçilmesi ve tarımsal faaliyetlerin yaygınlaşması tahmin edilebileceği gibi dünyanın farklı yerlerinde kentleşmeyi hızlandırdı.
Akabinde perakendeciliğin & yerinde satıcılığın ilk örnekleri de oluştu. Antik Yunan şehir devletlerinde kurulmuş olan “Agora”lar başlangıçta bildiğiniz açık çarşı meydanı idi, zamanla gelişip etrafı sütunlarla çevrili, oturma alanları da olan, her türlü sosyal faaliyetin gerçekleştiği yerlere evrildi. Yunan medeniyetindeki agoralar, Roma İmparatorluğu döneminde “forum”lara dönüştü. Ancak arada çok da fark yoktu. İnsanlar malları açık hava pazarlarında satardı, kalıcı mağazalar yoktu. Ticaret daha çok seyyar satıcılık şeklindeydi ve tezgâhlarda yapılırdı (bugün hâlâ semt pazarlarında gözlemlediğimiz şekilde).
Orta Doğu’da, özellikle Pers Medeniyeti’nde inşa edilip faaliyete geçen kapalı çarşılar, perakendenin erken örnekleridir. İslam kültürü ile bütünleşen Türk devletleri (Selçuklu ve Osmanlı) çok daha gelişmiş ticari alanlara sahiplerdi. Selçuklu döneminde Anadolu’da çok sayıda kervansaray inşa edilerek ticaret ve iletişimde bir güvenlik ve lojistik altyapısı tesis edilmişti. Osmanlı döneminde ise, önemli birçok şehrin merkezinde (Bursa, Edirne, Konya, Kayseri, Selanik gibi) bedestenler inşa edilmişti. Bugünkü AVM’lere benzer şekilde sabah açılış ve kapanış saatleri ve güvenliği olan, içerisinde yüzlerce dükkânın yer aldığı, gıda ve gıda dışı birçok ürünün satıldığı kapalı çarşılardı bunlar. Zaten malum, Fatih Sultan Mehmet Han döneminde en önemli bedesten İstanbul’da inşa edildi (Meşhur Kapalıçarşı) ve sonraki yıllar boyunca sürekli gelişerek büyüdü (dükkânların sayısı ve toplam satış alanı metrekare olarak arttı).
Osmanlı Devleti zaman içerisinde ticareti geliştirmek ve iş insanlarını korumak hedefiyle ulaşım güzergâhları üzerinde nice hanlar, kervansaraylar ve bunlar içerisinde imarethaneler (lokantalar), hamamlar ve tabhaneler (oteller) inşa etti.
Kervansaray bir ticaret kervanı içerisindeki bütün unsurların ihtiyaç duyabilecekleri hizmetleri sunuyordu. Öyle ki, her türlü tamirat için ustalardan tutun, insanlar için hekime, hayvanlar için baytara, berberlere kadar birçok kişi görevli olarak hizmet veriyordu. Kervansaraylar içerisinde cami, hamam ve kütüphane dahi vardı. Sadece Müslüman ya da Türk değil, ticaret erbabı olan herkese hizmet verilirdi.
Büyük şehirlerde kapalı çarşı, arasta ve bedestenler dışında, özellikle iskele-limanlara yakın yerlerde “kabban” adında toptan satış yerleri olurdu. Tahmin edileceği üzere, Sanayi Devrimi’nden önce (buharla çalışan ilk makineler henüz icat edilmediği için) fabrikalar ve yüksek adetlerde üretim yapabilen imalathaneler olmadığından, daha önceki Antik Yunan ve Roma devirlerinde olduğu gibi, Osmanlı’da da ekonominin temeli tarıma dayalıydı. Dolayısıyla “toptan” alınıp satılabilecek şeyler zahire (tahıl ürünleri), buğdaydan elde edilen un, sebze ve çeşitli meyvelerden oluşan gıda ürünleriydi. Kabban, Arapça’da ve Osmanlı yazışma dilinde yüksek ağırlıkları ölçmede kullanılan “büyük terazi & baskül” demektir; hani “kendi gitti, adı kaldı yadigâr” denir ya… Günümüzde İstanbul’da bir semt adı olan Unkapanı, bizlere işte o zamanlardan yadigâr kaldı.
Ferhan Şensoy’un 1991 yılında sahnelenen “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” isimli tiyatro oyununda Erol Günaydın’ın oynadığı “Michael King Kullen” adında bir karakter vardır. İşte oyundaki bu karakter, 1884-1936 yılları arasında Amerika’da yaşamış olan, dünyanın ilk süper marketi “King Kullen”in kurucusu Michael J. Cullen’dir! Bir sonraki yazımda ilk zincir mağazaların (gıda dışı) ne zaman hangi ülkelerde nasıl kurulduklarını ve hangileri olduklarını, ilk süper marketin ABD’de açılmasıyla fırtına hızıyla nasıl Avrupa’ya sıçradığını ve Türkiye’ye nasıl geldiğini inceleyeceğiz.

