Son derece önem verdiğim ve hakkında farkındalığın artmasını arzu ettiğim için, “duygusal zekâ” ile ilgili düşünür, konuşur ve yazarım. Çünkü özellikle herhangi bir alanda “liderlik yapan kişilerin” empati kurabilme kabiliyetlerini ve sosyal becerilerini geliştirmelerinin bir zaruret olduğuna inanıyorum.
İşin aslına bakarsanız, elbette sadece liderlerin değil, insan olan, insanlar arasında daha değerli konumda olmak isteyen herkesin, duygusal zekâsını geliştirmesi ve “insanlığı keşfetmesi” gerek. Ne gariptir ki, insanlığın keşfi için, kişinin önce kendi iç dünyasını keşfetmesi gerekiyor. Yani diğer insanlarla olan ilişkilerinde etkin olabilmesi, bulunduğu sosyal ortamlara değer katabilmesi için, insanın bir süre (hatta ömrünün sonuna kadar zaman zaman) yalnız kalabilmeyi göze alması gerekiyor!
Duygusal zekâ demişken, böyle bir zekâ türünün var olduğunu veya daha geniş bir ifade ile zekâ denilen şeyin tek çeşit veya tek yönlü olmadığını çok yakın bir zamanda ancak anlayabildi insanlık.
1983 yılında ilk kez Howard Gardner tarafından ortaya atılan “çoklu zekâ teorisi” dâhil, son yarım asırda, insan zihni ve düşünce yapısı üzerine gerçekleştirilmiş olan araştırmalar neticesinde, artık iki elin parmak sayısından daha fazla “zekâ türünün” var olduğu kabul ediliyor!
Anlaşılacağı üzere, zaman ilerledikçe, insanlığın bilgi birikimi artıyor, kullandığı teknoloji gelişiyor; bilgiye erişimi kolaylaşıyor. Bilgiye erişim kolaylaştıkça, insanlığın gelişiminde “küme zekâ”sı devreye giriyor! Birilerinin ömürleri vefa edene kadar sürdürdükleri araştırma ve çalışmaları, başkaları kaldığı yerden devralıyor, mevcut gelişmeyi daha da ileri götürerek yeni gelişmelere vesile oluyorlar. Bazen aynı anda bir grup insanın bir arada çalışması, bazen aynı anda farklı yerlerde birbirlerinden habersiz çalışmaları da içeren bu döngü içerisinde değişen tek şey, değişimin ivmesi, hızı oluyor!
Öyle ya, farklı birkaç kriteri temel alarak kıyaslasak, 19. yüzyıl boyunca elde edilen teknolojik gelişmeler ve bilgi birikimi, ondan önceki birçok yüzyıla bedel. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde elde edilen yeni gelişmeler ise neredeyse insanlık tarihindeki tüm gelişmelere bedel! Ama elbette, insanlık tarihinde yaşanan ya da yaşanmakta olan bütün gelişme ve teknolojik ilerlemeler, halkaları giderek küçülen bir zincirin parçalarıdır. Bu nedenle tarihe biraz ilgi duyan, en azından insanlık tarihinde yer alan devrim niteliğindeki çeşitli icat, yeni düşünce ve ilerlemelere vakıf olanlar, günümüzde artık nerdeyse anlık gerçekleşen çeşitli yeni gelişmelere toplumun büyük bölümü kadar şaşırmıyorlar!
1956 yılında ABD’de Dartmouth College’da düzenlenen bir yaz okulu sırasında, bilim insanları John McCarthy, Marvin Minsky, Nathaniel Rochester ve Claude Shannon, bilgisayarların, insanın düşünme yeteneğini taklit etmeye yönelik çalışmalarını ifade etmek için ilk kez “yapay zekâ” terimini kullandılar.
Yani son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan, tartışma konusu olan bu terimin bile tarihte bir yeri var! Ama sanki birdenbire ortaya çıkmış gibi bir furyadır gidiyor.
Öyle bir furya ki, yapay zekâ denince kiminin aklına ilk önce Apple’ın yeni ürünü Vision Pro, kimisi için otonom araçlar, kimisi için bir metni resim veya videoya çeviren uygulamalar, kimileri için sorulan her türlü soruya cevap veren çeşitli akıllı yazılımlar geliyor. Yapay zekâyı kullanıyor olmak bile bir modaya dönüşmüş durumda. Ülkemizde bazı üreticiler yeni ürünlerinin ne olması gerektiğini yapay zekâya sorduklarını, onun verdiği cevap doğrultusunda yeni ürünlerini piyasaya sürdüklerini gururla açıklıyor. Hatta yeni ürünün adını bile ilgili yapay zekâ programının adına benzer şekilde koyuyorlar.
Bir tartışma programında “bilirkişi” geçinene diğeri sordu, sizce bariz ilk yapay zekâ örneği nedir? “Bilirkişi” gayet emin bir şekilde yanıtladı; 1996 yılında dönemin şampiyonu Garry Kasparov ile satranç oynayan ve kazanan IBM’in geliştirdiği Deep Blue isimli yazılım. Bu cevaba sadece tebessüm ettim; çünkü video ve bilgisayar oyunlarına aşina olanlar iyi bilirler; bir başka insana karşı değil de, bilgisayara karşı yani yapay zekâya karşı oyun oynamanın tarihi çok daha önceydi.
90’lı yıllarda yaptığı bu pazarlama faaliyetinin bir benzerini 2011 yılında ABD’de Jeopardy! adlı genel kültür & kelime yarışmasına Watson isimli yazılımıyla katılarak tekrarlamıştı IBM. O dönem internet ve arama motorları gayet etkin ve hele bir kelime yarışmasında sonucu belirlemek için yeterliydi. Bu büyük yapay zekâ başarısına (!) o dönem insanların verdikleri şaşkınlık ve hayranlık tepkilerine bugün halen tebessüm ile karşılık veriyorum.
Neyse, konuyla ilgili bariz ilk örnek bir zekâ oyunu olan satranç ise eğer, tarihte IBM’in Deep Blue’sundan çok daha önce yapılan bir “satranç otomatı” var; hem de 1700’lü yıllarda!
Wolfgang von Kempelen adında Avusturyalı bir bilim adamı, Viyana’da dönemin kraliçesi Maria Theresa’ya 1769 yılında ahşap bir makine sundu. Bu makine, üzerinde satranç tahtası ile taşları olan bir masa başında rakip olarak oturan, kafası, kolları ve gözleri oynayan, üstelik satranç taşlarını da hareket ettirebilen ahşaptan yapılmış bir robottan oluşuyordu! Kafasında sarığı ile pala bıyıkları olan bu robotun ismi “The Turk” idi; yani Türk.
Öyle ya, bir zekâ ve savaş oyununu dönemin Avrupa’sında askeri kabiliyetleri yüksek, saygı ve korku duyulan bir milletin ferdine karşı oynuyor olmak, makineyi daha da ilginç kılıyordu. Masanın altında bulunan kapaklar açıldığında fark edilen şeyler, içerisindeki çeşitli çarklar, büyük bir saat veya piyano içindekilere benzer bir mekanizmaydı. Tarihte bunun daha önce eşi benzeri hiç görülmemişti. Üstelik satranç oyununda insanlara karşı ustaca hamleler yapıyor, önüne geleni yeniyordu.
Sizlere belki abartı gelecek ama dönemin Avrupa ülkelerinde büyük ses getiren ve çeşitli haberlere konu olan The Turk, daha sonraları birçok şehre olduğu gibi Paris’e de götürüldü; Napolyon’a karşı dahi oynadı ve kazandı! Merak edenlere, konuyu ilginç bulanlara özellikle tavsiyemdir; lütfen tarihteki bu satranç otomatıyla ilgili araştırma yapın, makinenin ne olduğunu, nasıl çalıştığını ve ardındaki sırrı öğrenin.
Çünkü bu satranç otomatı bir “mekanik zekâ” örneğidir.
Bu örnekten hareketle, insanlığın gelişim tarihi boyunca, tabiattaki diğer canlılardan farklı olarak, elleri kolları gibi uzuvları dışında alet kullanması en temel zekâ göstergesiydi. Beden gücü ile yapılacak işleri, önce başka türdeki canlılara sonra kendi geliştirdiği çeşitli mekanik yapılara ve aletlere yaptırmasıyla başladı zekânın tarihi. Örneğin elleriyle buğday öğütmek yerine deredeki akan suyun, havadaki rüzgârın gücünü kullandı değirmenlerde. Zaman içerisinde buluş ve icatlar birbirini izledi; her bir yenilik bir sonraki başka gelişmeye zemin oluşturdu.
IBM, 1970’lerin sonlarından beri bilgisayar dünyasında zaten var olan satranç oyunlarına 20 küsur sene sonra bir yenisini eklemişti ama fark yaratmak için, yıllar boyunca neredeyse yüzlerce satranç ustasına danıştı. Onlara oyunda çeşitli durumlarda hangi hamleyi yapacaklarını sordu, bütün verileri toplayarak yazılımına yükledi. Buna rağmen 1996 yılında 6 ayrı oyundan oluşan ilk savaşı 4-2 skorla Kasparov kazandı. Pazarlama ve reklam amaçlı olarak bu savaşı zaten kendi talep etmişti. Daha fazla veri yükleyerek sonraki yılda 3,5-2,5 skorla (Kasparov’un kendisi dahil birçok kişiden 2. oyun setlerinde bilgisayarla ilgili çeşitli şaibeler iddia edilmiştir) ancak kazanabildi. Bu satranç maçlarını seyredenlerin ve dönemin haberlerinden okuyanların çoğu, bir insanın zekâsı ile yapay zekânın savaşına baktılar. The Turk otomatının sırrını bilenler ise Kasparov & Deep Blue maçında, tek bir insanın zekâsına karşı birçok insanın kolektif & küme zekâsının mücadelesini gördüler!